Siyaset

Haklı Savaş Doktrini

Haklı Savaş Doktrini, genel olarak St. Augustine‘in (354-430) Roma İmparatorluğu’nun yıkıldığı bir dönemde yazdığı “De Civitate Dei” (Tanrı Devleti Üzerine) isimli eserine dayandırılmaktadır. Çok daha sonra, 13. Yüzyılda, Aquinolu Thomas da bu doktrine önemli katkıda bulunmuştur. Buna göre, bir savaşın haklı sayılabilmesi için, haklı bir nedenin olması, savaşın meşru bir otorite tarafından yapılması ve iyi niyetin bulunması gereklidir. Doktrin, günümüzde güç kullanımının “etik açıdan” geçerli olduğu şartların ve gücün nasıl etik biçimde kullanılabileceğinin belirlenmesine kaynaklık etmesi bakımından önemlidir.

Haklı Savaş Teorisini temellendirmek ve daha iyi anlamak için bir Orta Çağ Avrupa’sı ve İslam dünyasına şöyle bir göz atalım;

Din eksenli anlayışların egemen olduğu Ortaçağ Avrupa’sında Kilise’nin himayesi altında feodal yapı ortaya çıkmış ve bu yapı da evrensellik ilişkisine dayalı, net bir iç-dış ayrımı olmayan, kendine özgü kapalı bir sistem oluşturmuştur. Bu kapalı sistemde karşılıklı hak ve yükümlülüklerle birbirine bağlı çoğul siyasal birimler (Papa, Kral, Lord, Vassal) iç içe geçmiş otoriteler olarak görülmekte, buna paralel olarak aynı anda birçok sadakat odağı (Papalık, İmparatorluk, Prenslik, Kontluk) bulunmaktaydı. O nedenle de insanlar eşzamanlı olarak birden fazla otoriteye bağlılık duymak zorundaydı. Bir başka deyişle, sınırları belli olmayan, katmanlı ve hiyerarşik bir egemenlik ve bu egemenlere duyulan parçalanmış sadakatler söz konusuydu. Bu açıdan Schulze’un ifadesiyle Orta Çağ Avrupa’sı, toprak egemenliği ilkesine dayanan devlet fikrine yabancıydı, sadece bağlılık antlarına dayanan kişisel bağları tanınmaktaydı. O nedenle bu sistemde hiçbir yönetici, bir toprak parçası ya da toplumun belli bir parçası üzerinde mutlak egemenliğe sahip değildi. Her biri otoritesini kendi altındakilerle, papayla ve Kutsal Roma İmparatoruyla paylaşmak zorundaydı. Örneğin bir Kralın çıkardığı yasa, ”piskoposların ve baronların huzurunda ve onların rızasıyla” sonuçlanırdı.

Bir tür kapalı sistem olan bu feodal yapının dış dünya ile ilişkisine bakıldığında da dünya mekanının “Tanrı ülkesi-yeryüzü ülkesi” ayrımına, insanlığı da Hıristiyan olan-olmayan ayrımına dayandırdığı görülmektedir. Evrensellik iddiasının kaçınılmaz bir sonucu olan bu anlayış doğrultusunda, dış dünyayla ilişki biçimi de, ya izole olma ya da haklı savaş (justum bellum) doktrini çerçevesinde ona hükmetme mantığıyla tanımlanmıştı. Bu bakımdan Haçlı Seferleri haklı savaş bağlamında dış dünya ile kurulacak ilişki biçimini gösteren en iyi örnektir.

Benzer bir durumu özellikle dış dünya ile kurulan ilişkiler bakımdan İslam dünyasında da görmek mümkündür. Orada da Emevi ve Abbasi hilafetleri altındaki siyasi birimle hep aynı ikili mantıkla hareket etmiş, Müslüman olan-olmayan ve buna paralel olarak “dar’ül İslam-dar’ül Harp” ayrımına dayalı bir anlayışı benimseyerek dış dünyayla ilişkiyi, temelde “cihat” bağlamında tanımlamışlardır. Her ne kadar bu anlayışlar içerik olarak Hıristiyan dünyadan farklı özellikler taşısa da, hatta “dar’ül sulh” gibi Müslümanlarla anlaşma halinde olan, Müslüman olmayan topraklara tanınan statü ya da “eman” ve “zimme” gibi, Müslüman bir ülkede, Müslüman olmayanlara, bir anlaşma çerçevesinde barış içinde bir arada yaşama imkanı tanıyan bazı başka uygulamalar olsa da, esas olanın İslam’ın evrensel egemenliğinin sağlanması olduğuna kuşku yoktur.


Şaban Kardaş, Ali Balcı, Uluslararası İlişkilere Giriş 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.