Sosyoloji

Hapishanelerin Doğuşu

Kapalı ortamlarda çalışmaya veya yaşamaya mecbur bırakılmayan, tamamen özgür ruhlu ve keyfe keder yaşama biçimine sahip dünyada kaç kişi var? Bin, yüz bin, on milyon? Hepimiz aslında belirli bir mekana ve ortama yaşamaya programlanmış insanlarız. Hatta şöyle bir gerçek var: Kafasını sokacak bir evi olan insanlar toplumlarda hep daha fazla değer görmüştür. Belirli bir yerde, belirli bir zamanda yapacakları belirli, tamamen programlı insanlar, diğer tüm insanlara kıyaslandığında müthiş derece itibarlıdır. Örneğin milletimiz başı bozuk diye tabir edilen insanlardan hoşlanmazlar ve her insanın bir işi veya evi hatta mümkünse arabası olmasını ister. Kısaca başını sokabileceği her türlü beşeri icatları görmek ister insanlar. Böylece hapishanelerin temeli atılmış olur. İnsanlar zincirlenmiş, demir parmaklıklar ardında bir hücrede ömrünün sonuna kadar yaşamaya mahkum edilir.

Örneğin bir devlet memurunun işe gideceği saat, işe başlayacağı saat bellidir; işten çıkacağı saat ve ne kadar çalışacağı da bellidir. Hatta ne zaman tuvalete gideceği de yine bellidir. Kendisine ayrılan o dilimlerde insanın neyi, nerede, ne zaman yapacağı, ne karşısında ne tepki vereceği önceden kodlanmıştır. Bunun adına tabu diyebilirsiniz, töre, etik hatta din de diyebilirsiniz. İnsanoğlu mağaralardan çıktıkları vakit büyük bir devrime imza atmış oldular. İnsanlar artık avcı toplayıcı yaşama biçiminden tarıma ve hatta stoklama gibi o zamana kadar yapılmamış, denenmemiş şeyleri yapmaya başladılar. Mesela insanlar günü geçirmek yerine yarını da düşünmeye başladılar. Sonra diğer günü daha sonra ise yüz yıl ötesini. Ve daha sonra insan hukuku icat etti, zamanı saatlere, dakikalara hatta saliselere bölmeye akıl erdirdi. Devam eden süreçte insan dünya denilen büyük bir hapishanenin temellerini atmış oldu.

Örneğin hayatımızın her aşamasında hep bir otorite tarafından denetleniriz. Tepemizde Demokles’in kılıcı gibi duran bir mekanizma vardır ve biz ona her zaman için itaat etmek zorundayız. Buna devlet diyebiliriz, örf diyebiliriz. İtaat etmeliyiz çünkü onları biz kurduk, keşfini yapan biziz. Örneğin Hobbes şöyle der: ‘İnsan, kendi doğal haklarından vazgeçerek devletleri kurmuştur.’ Bu tercihi tamamen kendimiz yaptık. Kendi ellerimizle kendimizi kısıtladık. Demek oluyor ki bu aslında bir ihtiyaçtan doğmuştur. İnsan tamamen özgür olduğunda hayatına yön veremiyor. Hayatına yön vermesi için kendisinden yüksekteki bir olgudan emir alması, bir olguya itaat etmesi gerekir. Mahkumun gardiyanına itaat etmesi gibi. Zoraki bir durum yoktur. Çünkü mahkum oraya kendi hataları sebebiyle düşmüştür. Bizi denetleyen kurumların varlığı da yer yer bizi rahatsız etse de yine de onlara itaat etmeyi isteriz. Çünkü buna karşı gelmek doğamıza aykırı.

Otorite ne surette olursa olsun tek bir anlam ifade eder ve bu öylesine büyük bir kavram ki tüm zıtlıkları hatta güzellikleri bir arada tutmaya muktedir yegane unsurdur: Disiplin. Okul, iş yeri, hapishane gibi yerlerde disiplinin örneklerini görürüz. Bu bizim arzu ettiğimiz bir şey. Neden mi? Kendimiz ve geleceğimiz için daha az kaygı ve daha az sorumluluk ancak disiplinle sağlanır. İtaat et, rahat et mantığının temeli budur.

Ve kısaca hapishaneler böyle kurulmuş ve hapishaneler özünü buradan almıştır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.