Tarih

Varlık Vergisi Nedir? Neden Çıkarıldı? Hangi Dönem Uygulandı?

Varlık vergisi nedir? Varlık vergisi ne zaman kaldırıldı, ne kadar yürürlükte kaldı, hangi dönem uygulandı ve gerekçesi neydi. Cumhuriyet tarihinin önemli olaylarından biri de hiç şüphesiz bir dönem alınan varlık vergileridir. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) iktidarında gerçekleşen varlık vergisi, üzerinden yıllar geçse de konuşulan ve tarik kitaplarında yer edinen bir gelişmedir. Peki varlık vergisi nedir?

Türkiye Cumhuriyeti, II. Dünya Savaşı’nın Türkiye’ye sıçramasından korkuyordu. Zira bu savaşın Türkiye’ye sıçraması demek, henüz ekonomik devrimini gerçekleştirmemiş 20 yıllık devletin sonu demek olacaktı. CHP iktidarı ve İsmet İnönü önderliğinde Türkiye savaştan uzak durmayı tercih etti. Fakat başta Avrupa olmak üzere tüm dünyayı derinden etkileyen ve tüm dengeleri alt-üst eden II. Dünya Savaşı, ekonomik sonuçları da beraberinde getirdi. Tablo, her Avrupa ülkesi gibi Türkiye içinde kötüydü. Varlık vergisi, tam da bu anda ortaya çıkmış bir reçete olmuştur. Fakat bu reçete, acı bir reçeteydi.

11 Kasım 1942 tarihli kanunla adı konulan bu verginin resmi gerekçesi hükumet tarafından şöyle verilmişti: ”olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek karlılığı vergilemek”. Bu vergi ile herhangi bir etnik grup veya bir din hedef alınmamıştır. Fakat dönemin başbakanı olan Şükrü Saraçoğlu’nun açıklamaları bu gerekçe ile örtüşmemektedir. Varlık vergisi, ödemenin mecburi olduğu bir vergiydi. Hatta Erzurum’un Başkale ilçesi, vergilerini ödemeyenlerin sürgün yerlerinden biriydi.

Varlık vergisine artan iç ve dış tepkiler nedeniyle söz konusu vergi 1944 yılında yürürlükten çıkarılmıştır. Varlık vergisi, toplamda 2 yıl yürürlükte kalmıştır.

Varlık Vergisine Giden Yol

Varlık vergisinin hükumet tarafından belirlenen gerekçesi elbette ilk başta tuhaf geliyor. Fakat 1942 senesinin yazına doğru bazı gazetelerde başta Yahudilerin ve bazı tacirlerin savaşı bahane ederek çok yüksek oranda kar ettikleri haberleri yer alıyor ve bu konuda çeşitli eleştiri yazıları yazılıp karikatürler çiziliyordu. O döneme dair Rıfat Balli’nin derlemiş olduğu birkaç başlık:

Vurgunculara ders olsun. İzmir’de bir Yahudi 5 sene hapse mahkûm oldu.” (Tasvir-i Efkâr, 1 Temmuz 1942),

  • “Üç Yahudi’nin marifeti. Limon tuzu yerine sıhhate muzır (zararlı) maddeler satıyormuş.” (Tasvir-i Efkâr, 4 Temmuz 1942),
  • “Mal saklayan tacirler, iki Yahudi ticarethanesi sahipleri milli korunma mahkemesine verildi.” (Cumhuriyet, 14 Ağustos 1942),
  • “150 vagonluk bir kâğıt meselesi. Kâğıtları Romanya’dan getirten Yahudilerin çevirmek istedikleri oyunları önlemek lazımdır.” (Tasvir-i Efkâr, 21 Ağustos 1942),
  • “Karpit ihtikârı yüzünden bir Yahudi tüccar kırk bin lira fazla kâr temin etmiş.” (Tasvir-i Efkâr, 28 Ağustos 1942)
  • “İki Yahudi çocuğunun marifeti! Hava Kurumu menfaatine rozet dağıtırlarken kutuya atılan paraları çalıyorlardı.” (Cumhuriyet, 31 Ağustos 1942)
  • “İstifçi iki Yahudi yakalandı” (Tasvir-i Efkâr, 9 Eylül 1942)
  • “Eroin satan bir Yahudi.” (Tasvir-i Efkâr, 15 Eylül 1942)
  • “Maruf Yahudi tüccarı Simon Brod dün tevkif edildi.” (Tasvir-i Efkâr, 18 Eylül 1942)
  • “Yahudi dalaverası. İhtikâr yaptığı yetmiyormuş gibi bir de rüşvet teklif etti.” (Tasvir-i Efkâr, 20 Eylül 1942)
  • “Kiraların artmasına Yahudiler sebep olmuş.” (Tasvir-i Efkâr, 8 Ekim 1942)
  • “Açıkgöz bir Yahudi filit yerine renkli su satıyormuş.” (Tasvir-i Efkâr, 20 Ekim 1942)

Bu bir ön hazırlıktı. Daha sonra ortaya çıkan bazı gelişmelere bakıldığında bu olayların bir tesadüf olmadığı, bilinçli bir şekilde yapıldığı görülmektedir. Örneğin bu konuda Orhan Seyfi Orhon’un 24 Eylül 1942 tarihli Akbaba dergisindeki bir yazısında geçen satırlar hayli ilginç:

“Kelle İstiyorum! Ben ki bir tavuk bile kesilirken bakamam; karıncaları, sinekleri öldüremem, kelle istiyorum. Yumruklarım sıkılmış, dişlerim kısılmış, at meydanında kazan kaldıran yeniçeriden daha hiddetli bir sesle kelle istiyorum, vurguncunun kellesini!

Onun, mülevves (pis) kafasının bir çürük kavun gibi önümde yuvarlandığını görsem ferahlıyacağım. Onun, iğrenç vücudunun boş bir çuval gibi karşımda süründüğünü görsem rahatlıyacağım. Böyle, dünyayı sarmış bir ölüm kalım mücadelesi içinde ben, vurguncuya karşı merhamet tanımam, şefkat tanımam, adalet tanımam, kanun, nizam, usul, hiç bir şey tanımam! Bence onun cezası, para değil, hapis değil, dükkân kapamak değil, neyif (sürgün) değil; müsadere, yağma, falaka, işkence, zindan veya ölüm olmalı!

İktisat prensipleri bana vız gelir! İster misiniz gizli mahzenlerin aralıklarından pirinç kazevileri (sepet), şeker sandıkları, un çuvalları, yağ tenekeleri sürüyle meydana çıksın? İster misiniz apartmanların balkonlarından top top elbiselik kumaşlar, ipekliler, yünlüler, pamuklular sarksın? İster misiniz makarnalar serpantinler gibi sokaklara yayılsın, bisküviler konfetiler gibi caddelere dağılsın? İster misiniz eşya fiyatları durup dururken hiç yoktan yükselmesin? Pirince kum, una toprak, süte su, yağa müzahferat (parlak boya) karıştırılmasın? İster misiniz müstehlikin (tüketicinin) verdiği az farkla müstahsilin (üreticinin) eline geçsin? Altın spekülasyonu, on misline arsa alışlar, apartıman satışlar, villa yaptırışlar olmasın?

Öyleyse siz de benimle beraber olun! Gelin, yakalanıp cezasını çekecek vurguncunun arkasından -eski devirlerde olduğu gibi- gülbank çekelim: -Vur vuranın, kır kıranın, destursuz bağa girenin, karaborsa fiyatına mal sürenin, el altından iş görenin, memlekete zarar verenin hali budur, hey!”

Fakat, ortada garip bir durum vardı: O dönemde memleketin zenginleri sadece Yahudiler değildi. Gayrimüslimler de hayli zenginlerdi fakat ”vurun abalıya” durumuna düşen (Avrupa’dan sürgünler ve Yahudi soykırımı) Yahudiler açıkça hedef gösteriliyordu. Hükumetin resmi politikası Cemal Paşa’nın Şam Valiliği sırasında yaptığı gibi ”Tetrik” yani Türkleştirme politikasıydı. Hatta  9 Temmuz 1942 günü hükumeti kurmakla görevlendirilen Şükrü Saraçoğlu 5 güven oylamasından sonra şöyle demişti:

“Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal (en az onun kadar) bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız!”

Saraçoğlu hükumetinin ilk icraatlarından biri de Milli Korunma Kanunu’nun yerini alan Varlık Vergisi Kanunu’nu yürürlüğe koymak oldu. 350 milletvekilinin oy birliği ile kabul ettiği yasa Meclis’ten 11 Kasım 1942 tarihinde çıktı. Kanuna göre bazı varlıklı kesimden bir defaya mahsus olmak üzere ”olağanüstü servet vergisi” alınacaktı.

Vergi Nasıl Uygulanıyordu?

Bu döneme ait en önemli bilgileri dönemin İstanbul defterdarı olan Faik Ökte’nin anekdotları ile biliyoruz. Vergi, esasen herkese eşit olarak uygulanması gerekirken uygulamada yükümlüler çok daha farklı gruplardan oluşuyordu. Faik Ökte’nin hatıratlarında yer alanlara göre bu gruplar şöyleydi:

  • M grubu (Müslümanlar) takdir edilen matrahın (vergiye esas alınan miktarın) yüzde 12.5’ini;
  • G grubu (gayrimüslimler) yüzde 50’sini;
  • D grubu (dönmeler) yüzde 25’ini;
  • E grubu (ecnebiler) yüzde 12.5’ini ödemekle yükümlüydü. Çiftçiler de yüzde 5’ini ödemekle yükümlüydüler.

18 Kasım’da yayınlanan vergi listelerinde tuhaf bir ayrıntı daha vardı: Listenin neredeyse tamamı İstanbul’da ve listede yer alanların neredeyse %90’ı gayrimüslimdi. Müslüman olanlar ve müslüman olmayanlar arasındaki vergi farkı uçurumlarla ölçülebilirdi. Yine aynı şekilde gayrimüslimler arasında Ermenilerin vergisi, çok daha fazlaydı.

Verginin ödenmesi için son gün 20 Ocak 1943 tarihiydi. Bu tarihten önce ödemeyenler için iki seçenek vardı: Mühür veya haciz. Bu dönemi konu edinen bir hatıra ise şu anda yayınlanmayan Rum gazetesi Apoyevmatini’nin yayın müdürü Mihail Vasiliadis tarafından gazeteci Celal Başlangıç’a şöyle anlatılmıştır:

“Beyoğlu Karakolu’nu biliyorsunuz? Kalyoncukulluk Sokağı ile Tarlabaşı Bulvarı’nın kesiştiği yerde, karakolun tam karşısındaydı benim doğduğum ev. Babam Aristodumas diş hekimiydi. Ben doğmadan 10 gün önce beyin kanaması geçirmiş. Yatalaktı. Eve memurlar geldi. Yanlarında bir hamal vardı. Babamı yatağından tutup yerdeki şilteye indirdiler. Yatağı alıp gittiler. Giderlerken de ‘İyi ki böylesin, Aşkale`ye gitmeyeceksin’ dediler. Babamın muayenehanesi evimizin karşı odasıydı. El koydukları eşyaları o odaya tıktılar, kapıyı da mühürlediler. Daha doğrusu gelen memur, yanındaki hamala, ‘Kapıyı kapa ve mühürle’ diye emir verdi. Zavallı bir adamdı hamal. Pabucunun arkası basık, topuğu kalkık, pantolonu yamalı, üstü başı ter kokan fakat nur yüzlü bir adamdı. Oyuncağımı bile aldılar. Bu arada odaya tıkılan eşyaların arasında benim de sallanır bir oyuncak atım vardı. Tam kapıyı mühürlerken, ‘Oyuncak atım’ dedim. Adam anladı. Bağladığı ipi kapıdan çözdü. Bana kapıyı açtı. Atımı aldım. At kucağımda, adamın yüzüne bakıyorum gülerek. Adam da bana gülümserken birden yüzü dondu. Çünkü arkamdaki memur bağıra bağıra oyuncağımı koparırcasına elimden çekti, mühürlenmek üzere olan kapıyı açtı, içeri fırlattı oyuncağımı ve ‘mühürle’ dedi. Karşımdaki hamalın gözündeki yaşı gördüm. Fakat ben ağlamamam gerektiğini düşündüm. O adamın çirkinliği, öteki hamalın nur yüzü hâlâ gözlerimin önünde.”

Ödemeyenler Aşkale’ye Sürgüne 

Vergisini ödemeyenler için Erzurum’un Aşkale ilçesi sürgün yeri olarak belirlenmişti. Bazı kaynaklara göre burada 1000’in üzerinde mükellef bulunuyordu ve bu mükelleflerden 24’ü veya 25’i (?) kötü hayat koşulları ve yetersiz tıbbi bakım nedeniyle hayatını kaybetmişti. 7 Kasım 1997 tarihli Agos gazetesinde ise Yervant Özuzun’un aktardığı aşağıdaki hikaye ise bu olayları gayet iyi bir şekilde özetlemektedir:

“Armenak Baba çevresinde çok sevilen av meraklısı, Türk müziğinden anlayan, temiz, dürüst, neşeli, hoşsohbet birisiydi. Kadıköylü avcılar kendisine ‘üstad’ derlerdi. Varlık Vergisi’nin İstanbul’da en yetkilisi Faik Ökte yıllardır av arkadaşıydı. Çok yakındılar. Bir sabah çekinerek, ezilerek defterdarlıkta onun odasına gitti. Ökte oturması için yer gösterdi. Kahve ikram etmek istedi. Armenak baba bitkindi, güçlükle kendini toparladı. Büyük nezaketle ve kelimeleri boğazında düğümlenerek ‘Dışarıda bunca insan sizi görmek için sıra bekliyor, ben de saatlerce bekledim, oturmaya hakkım yok’ dedi ve ‘senden bir ricaya geldim’ diyerek geliş nedenini şöyle anlattı. ‘Beni tanırsın, bilirsin, küçük bir çivi dükkanım var, mıhlayıcı (kuyumcu) diye vergi saldılar. Bende bunun onda biri bile yok. Dükkanımı satsanız bile borcumu ödeyemeceğim için beni yine de Aşkale’ye göndereceksiniz. Kural böyle. Senden şunu rica ediyorum, karım ihtiyar, üstelik yatalak. Kimimiz kimsemiz yok. Bir tek ahşap evimiz var. O da vergimize yetmez. Onu da satıp karımı sokağa attırmamaya çalış. Bana söz verirsen gözüm arkada kalmadan Aşkale’nin yolunu tutacağım.’ Ökte Armenak babanın evini biliyordu. Ak saçlı hasta karısını da. İçinde bir şeylerin kırıldığını hisseti. Varlık Vergisi bu olmamalıydı. Tunç kalıplar yüzünden zulüm yapılıyordu. Armenak’a söz verdi, evini sattırmayacaktı. Armenak baba artık rahattı. Gözü arkada kalmadan Aşkale’ye gidebilirdi. Odadan çıkarken gözlerinde süzülüp kocaman burnundan damlayan iki damla yaşı siliyordu.”

Çifte Standart

İstanbul Defterdarı Faik Ökte’ye göre, Varlık Vergisi dahilinde toplanan 315.000.000 TL verginin 280.000.000 TL (neredeyse %90’ı) gayrimüslimler tarafından ödemişti. Bu fahiş rakamlar, 1942-1944 yılları arasında, gayrimüslim Türk vatandaşlarının mal varlıklarının çok önemli bir bölümünü kaybettiğine işaret ediyordu. Daha da önemli olan konu ise gayrimüslimlere Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında vaat edilen ”eşitik” ve ”eşit vatandaşlık” gibi vaatlerin tutulmamış olmasıydı. Faik Ökte, Varlık Vergisi’ni şöyle özetler:

”Varlık Vergisi’nde şöven milliyetçiliğin, ırkçılığın damgası vardır. (…) Verginin bu karakteri Lozan’dan sonra yavaş yavaş kazanmaya başladığımız ekalliyetleri (azınlıkları) bizden soğutmuştur. (…) Esefle kaydetmek lazımdır ki, Varlık Vergisi bu yakınlaşma, bu kaynaşma konserinde falsolu bir nota olmuştur.”


Kaynak: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/1942-varlik-vergisi-kanunu-1353243/

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.