Dizi&FilmOrtadoğu

Sonsuzluk ve Bir Gün & Leyla’nın Kardeşleri Filmleri Hakkındaki Yorumlarım

Şimdi bir soru sorulabilir.. siyasal bir mesaj sinema üzerinden iletilebilir mi? Pasif toplumsal hareketlilik sinema üzerinden başlatılabilir ya da halkın bilincini uyandırabilir mi? Bu soruların cevabını son günlerde Türkiye’de oldukça fazla ses getiren Leyla’nın Kardeşleri filmi ile verebiliriz. İran ile çok da yakınlığı bulunmasa da sinemanın verdiği rahatlığa sığınan ve kendini İran’ın sosyo-kültürel sorunu içinde bulan sinema severlerin birçoğu Leyla’yı bu siyasal mesaj sayesinde sahiplenmiş olabilirler. Artık Leyla onların evinden biridir. Leyla’nın mücadelesi bir nevi onların evindedir. Ataerkil -ki bize İran’ın aile yapılanmasının anaerkil olduğu söylenmişti- söylemlerin kucağında sığınabilecekleri ve güç alabilecekleri bir Leyla vardır artık. Ya da Leyla’lar hep var mıydı zaten.. Ya da Sümeyye’ler..

Evet, son günlerin çok konuşulan yapımlardan biri olan Leyla’nın Kardeşleri filmi üzerine birkaç not yazmak istedim. Esasında yazılanlar yazıldı, analizler de hayli kalabalık bir şekilde yapıldı.
Bütün bu analizlerin yanından filmin konusunu ilk öğrendiğimde önceden seyrettiğim 2016 yılı, İran yapımı ‘Sonsuzluk ve Bir Gün’ filmi ile oldukça bağdaştırdım. Tabi bu meşhur Yunanistan yapımı bol sanatsal içeriğe sahip olan ‘Sonsuzluk ve Bir Gün’ değil.. Daha çok siyasal ve sosyal mesajlarla dolu bir dizi öğreti.
Öyle ki bir sahnede yine filmin ana karakteri olan ve evin yükünü sırtlayan -ki bu yük maddi olanın çok üstünde- genç kızın abisine;
sonsuzluk ve bir gün ne demek? sorusunu yönelttikten sonra abisinin;
yaşadığın süre ve bir gün demek. Yani eğer bir insan ömür boyu hapis cezasına çaptırılırsa, birkaç yıl sonra af ile çıkma ihtimali vardır. Fakat sonsuzluk ve bir günde, öldükten sonra bir güne kadar hapiste kalmak zorundadır. Öldükten bir gün sonra serbest bırakılır. Affedilme imkanı yok.
– neden
– o bir gün yüzünden
.

diyaloğu ile kendini belli ediyor .

İran’ın kasvetli binalarının, fakir aile yapısının ve sosyal statülerle mücadele eden aile fertlerinin bolca yer aldığı birbiriyle dirsek temaslarının belli olduğu iki yapım…
Tabi sonradan öğreniyorum ki bu iki filmin yönetmeni aynı. Sanıyorum bilinen İran filmlerinin aksine çadorlu kadınların rüzgarda salınarak yürüdüğü, tarihi yapıların arasında din adamlarının övüldüğü, tasavvufi konuşmalar etrafında halkaların oluştuğu ve illa bir öğreti ile biten sinema anlayışının çok daha ötesinde iki film.
Yönetmen Saeed Roustayi (32) İran filmlerindeki alışılmış süre sınırlarının da üstüne çıkıyor ve diğer kült filmlerin aksine daha uzun metrajlı bir sinema filmi ortaya koyuyor.
Elbette bu sayılan farklılıklar biraz daha şekilsel kalıyor, iki filmin de ortaya koyduğu toplumsal sorunlar oldukça kabarık.
Leyla’nın Kardeşleri’nde 40 yaşına gelmiş ve ailesine maddi manevi destek sağlayan bir kadın olan Leyla’nın etrafında dönen hikaye, Sonsuzluk ve Bir Gün filminde yine aynı fedakarlıklarla 30 yaşına dayanmış Sümeyye’nin etrafında şekillenmekte.


Sümeyye ailesinin diğer ‘normal’ aileler gibi olmasını isteyerek bunun için çabalamakta, hem maddi hem de sosyal olarak normalleşmek ve yaşadıkları ‘sefillikten’ kurtulabilmenin çarelerini aramaktadır. Bunun için en iyi yol onları cezalandırmak ve evlenip uzak bir yere giderek ailesine iyi bir ders vermektir..
Ailede tek kız olarak Sümeyye yoktur, sırf yaşadıkları kötü şartlardan kurtulmak için hiç de iyi sayılmayacak adamlarla evlenen 2 ablası ve kendini sürekli olarak önceleyen bir kız kardeşi var. Maddi olarak eve katkı sağlayan bir abisi -ki bu durumun iç yüzü hiç de iyimser değildir- ve biri uyuşturucu bağımlısı, diğeri oldukça zeki ilkokul öğrenci iki erkek kardeşi vardır.
Sümeyye’nin varlığı evde abisi hariç herkes için gereklidir ve ailenin yükünü taşıyan bir etken olarak görülmektedir.
Başlık parası ile dükkan almak isteyen abisi, sürekli evlatlarına beddua eden bir anne, hiç de hijyenik sayılmayan tuvalet ve odalar, yoksulluk içinde bir çıkış yolu arayan kardeşler bir noktada Leyla’nın Kardeşleri filmi ile bağdaşan noktalar barındırmaktadır.
Bir sahnede kız kardeşi Sümeyye’ye;
-Kimsenin bir sorunu yoktu, varsa bile farkında değildi. Bizden biraz daha fazla okuduğu için bizi başkaları ile kıyaslamaya başladı. Senin yüzünden herkes kendinden nefret etmeye başladı.
sözleri gerçeklerin gün yüzüne çıkmasına ve rahatsızlık verilen her şeyin görünür kılınmasının zehrini ortaya koyuyor. Benzer bir sahneye Leyla’nın Kardeşleri’nde de rastlıyoruz. Bilmenin ve farkındalığın dayanılmaz acısı.


Sümeyye’nin kardeşleri bulundukları sefillikten ancak oradan ayrılarak ve kendilerine belki görece uzakta çok daha iyi bir hayat kurabilmek için çabalarken aynı durum Leyla’nın kardeşleri için de geçerli oluyor. Her ne kadar bulundukları yeri iyileştirmeye çalışsalar da ‘gitmenin’ daha da iyi bir yol olduğu gerçeği de vurgulanıyor. Fakat iki kadın da gitmiyor!
Her daim ailesinin iyileşeceği bir dünyanın hayalini kuran iki kadın..
Burada ortak bir hikaye oluşuyor.
İran’ı bırakmamak..
Kötü koşullara rağmen ‘yüzünü ülkesine dönmeme’ düşüncesini kadın eliyle sağlamak..
Burada İranlı oyuncuların sosyal hayattaki tutumları da rol aldıkları filmlerle oldukça bağdaşmaktadır. Gerek Leyla’yı canlandıran Taraneh Alidoosti gerekse Sümeyye rolündeki Parinaz İzadyar son ayların en çok konuşulan olaylarından biri olan ve İran’da çok büyük eylemlere sahne olan Mahsa Amini protestolarında kadınlara destek veren en önemli aktörlerdir.
Öyle ki Taraneh Alidoosti, halkı kin ve nefrete sürüklemek gerekçesi ile eylemler sırasında göz altına alınmış ve birkaç ay sonra serbest bırakılmıştı.


Alidosti’nin İran için sarf ettiği şu sözler ise iki filmin ana mücadelesini gözler önüne seriyor;
“Ülkemi terk etmeyeceğim, burada kalacağım, mahkumların ve öldürülen insanların ailelerine destek olacağım ve onların haklarını savunacağım. Vatanım için mücadele edeceğim. Bugün birlikte inşa ettiğimiz şeye inanıyorum.”
Aynı zamanda Leyla’nın Kardeşleri filmi, sosyal ve ekonomik olarak bir çıkmazın içinde olan İran İslam Cumhuriyeti’nin bir eleştirisini yapan, artan enflasyonu gözler önüne sererek sosyal yapının en küçük yapı birimi olan ailenin ne derece büyük bir çıkmazın içinde olduğunu da vurguluyor.
Baba figürünün tabiri caizse çürümeye yüz tutmuş birçok geleneğin peşinden giderek ailesini sefilliğe mahkum etmesi de yine İran İslam Cumhuriyeti’nin temel yapı taşlarını inşa ettiği bir çok inanışla bağdaştırılmakta ve devrimin 40. yılına istinaden peşine düşülen 40 altın hiçbir değer görmeyerek ortadan kaybolduğunu gözler önüne sermektedir. Babanın sahneden ayrılması ile Leyla’nın yüzünde de bir tebessümü belirir. Bu biraz da kadınların düşlediği bir sondur.

Özetle İran sineması sanatsal öğelerden tamamen sıyrılmış olmamakla birlikte yönünü siyasal bir eleştiriye doğru götürmektedir. Artık sinemanın ‘propaganda’ aracı olarak daha iyi kullanılmaya başlanmasıyla, İran halkının ve bilhassa kadınların toplumsal rollerini yeniden inşa etmek ve geleneksel kabullerin toplumsal yaşantıyı ne derece etkilediği sorularının cevapları aranmaktadır. Bu gerçekliği Saeed Roustayi’nin iki filminde de net bir şekilde görmekteyiz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.