Kısaca Lübnan’ın Siyasi Tarihi
Lübnan, çeşitli etnik ve dini grupların varlığına rastlanan uzun bir tarihe sahiptir. Coğrafi konumu dolayısıyla çeşitli etnik ve dini grupların Lübnan’a yerleştiği görülmektedir. Yönetim açısından da dönemlere göre değişimler görülmektedir. Lübnan, 16. yüzyıldan I. Dünya Savaşı bitene kadar Osmanlı Devleti idaresiyle yönetilmiştir. Osmanlı yönetimi bu bölgede özerk bir yapıyla tüm etnik ve dini grupların kültürlerini özgürce yaşamaları yönünde politikalar izlemiştir (Bağlıoğlu, 2008: 13). Modern Lübnan’da da görülen yönetimin çeşitli etnik ve dini gruplar arasında paylaştırılmış olması durumunun temeli Osmanlı döneminde atılmıştır. 1864’te imzalanan Beyoğlu Protokolü’ne göre Lübnan bölgesini Hristiyan bir mutasarrıf yönetmiştir ve çeşitli grupların temsil edildiği bir meclis kurulmuştur (Çelik, 2012: 126).
I. Dünya Savaşı’nın bitiminin ardından Osmanlı’nın dağılması, Osmanlı topraklarının Avrupa devletlerinin etkisi altına girmesiyle sonuçlanmıştır. 1918’de İngilizler Lübnan’ı işgal etmiştir, ardından Fransızlar da bölgeye girmiştir. 1916’da İngiltere ile Fransa arasından imzalanan Sykes Picot Antlaşması’nda Lübnan’ın Suriye ile birlikte Fransız manda yönetimine bırakılması yönünde anlaşılmıştır. 1920’de San Remo Konferansı’nda Lübnan ve Suriye’nin Fransız mandasına bırakılması kararı kabul edilmiştir (Erdem, 2018: 26). Böylece Lübnan, Fransız mandasında Suriye’den ayrılmıştır. Aynı yıl Fransız General Gouraud; Lübnan Dağı’na ek olarak Beyrut, Sayda, Sur, Trablus ve Beka Vadisi’ni de kapsayan Büyük Lübnan Devleti’nin kurulduğunu ilan etmiştir. Maruni Hristiyanlar, Dürziler, Sünni Müslümanlar ve Şii Müslümanların bu devletin çeşitli bölgelerinde yaşadıkları görülmektedir (Bağlıoğlu, 2008: 15).
Fransız manda yönetiminin kurulmasının ardından Lübnan’ın nasıl yönetileceği yönünde düşünülmeye başlanmıştır. 1926 yılında ilan edilen ve Fransız anayasasına oldukça benzer özellikler gösteren anayasayla birlikte Lübnan’da parlamenter cumhuriyet kurulmuştur. Siyasi yapının farklı dini grupları barındırması gerektiği düşüncesinin etkili olduğu anayasaya göre kurulan iki meclis ve kabine üyeleri dini azınlıkların mensuplarından oluşmaktadır. Farklı din ve mezhep gruplarının devlet içerisinde eşit konumda yer alacağı anayasada belirtilmiştir (Atlıoğlu, 2011: 88-89). Fransız manda yönetiminin kurulmasını takip eden yıllarda milliyetçilik düşüncesinin etkisiyle bağımsızlık talep eden gruplar ortaya çıkmıştır. 1937’de Fransa ile Lübnan arasından Fransız manda yönetimini sona erdiren ve 3 yıl içerisinde Lübnan’a bağımsızlık veren bir antlaşma imzalanmıştır. O yıllarda uluslararası konjonktürde II. Dünya Savaşı’nın başlaması bu kararın uygulanmasını geciktirmiştir. Lübnan’ın bağımsızlığını kazanması daha sonra olmuştur (Erdem, 2018: 91).
Kasım 1943’te Lübnan Cumhuriyeti bağımsızlığını ilan etmiştir. İlan edilen bağımsızlıkla birlikte anayasada değişiklikler yapılmıştır, Fransız mandasına dair hükümler kaldırılmıştır. Bağımsız Lübnan’ın kurucu belgelerinden birisi yeni anayasayla birlikte “Ulusal Pakt” olarak bilinen uzlaşıdır. “Ulusal Pakt” yazılı bir belge değildir, Lübnan’ın siyasi yapısı üzerine yapılmış sözlü bir anlaşmadır ve günümüz Lübnan’ının siyasetinin temellerini oluşturan anlaşma olarak nitelendirmek mümkündür. Maruni Hristiyan Devlet Başkanı ve Sünni Müslüman Başbakan arasında yapılan “Ulusal Pakt”; bağımsızlığı destekleyen, siyasi alanda farklı etnik ve dini grupların temsiliyetini pekiştiren, eşitliğe değinilen bir anlaşmadır.
Ulusal Pakt ile birlikte Lübnan’ın siyasi yapısından görülen önemli değişikliklerden biri cumhurbaşkanının Maruni Hristiyan, başbakanın Sünni Müslüman, meclis başkanının Şii Müslüman olması gerektiği yönündeki karardır. Ulusal Pakt’tan önceki dönemde Hristiyanların yönetimde daha etkin olduğu görülmektedir, bu anlaşmayla birlikte Müslümanlar siyasal sistem içerisinde daha fazla yer alır konuma gelmiştir (Lamba ve Hisoğlu Koç, 2022: 5-6). Devlet yönetiminde üç önemli konum Maruni Hristiyan, Sünni Müslüman ve Şii Müslüman gruplar arasında paylaştırılırken devlet başkanı yardımcısının Katolik, meclis başkanı yardımcısının Ortodoks, savunma bakanının Dürzi, genelkurmay başkanının Maruni Hristiyan olması yönünde bir gelenek ortaya çıkmıştır. Lübnan meclisinde delegeler bölgesel ve mezhepsel oranlar göz önünde bulundurularak 6 Hristiyan/ 5 Müslüman oranında belirlenmiştir (Atlıoğlu, 2011: 94). Ulusal Pakt’a genel açıdan bakıldığında bağımsız Lübnan Cumhuriyeti’nin kimliğini oluşturması nedeniyle önemlidir. Birçok etnik ve dini grubun bir arada yaşadığı Lübnan’da kimi zaman bir grubun öne çıkmasıyla diğer gruplar tarafından olumsuz tepkilerin ortaya çıktığı görülmektedir. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda iki büyük dini grubun liderleri arasında yapılan bir anlaşmayla farklı etnik ve dini grupların siyasi yapıda temsillerinin çerçevesinin çizilmesi, Ulusal Pakt’ı Lübnan’da siyasi sıkıntıların çözümü açısından önemli kılmaktadır ancak bu pakt Lübnan siyasetinde krizleri uzun süreli olarak engelleyememiştir.
1932 yılında yapılan nüfus sayımına göre din ve mezhep gruplarının siyasi yapıda yer verilmesiyle kurulan sistemde Hristiyan egemenliğinin korunmasının amaçlanmış olması bu konuda görülen tartışmalardan biridir (Erdem, 2018: 29). Güncel olmayan bir nüfus oranına göre belirlenen bu sistemde Hristiyanların ön plana çıkması gibi mezhep grupları arasında eşitsizlik çerçevesinde verilebilecek bir diğer örnek de Şii Müslümanların sayısının Sünni Müslümanlardan daha fazla olduğu görülmesine rağmen Sünni Müslümanların siyasal alanda görünürlükleri ve hakları daha fazla olmuştur (Andırırbu, 2020: 194). Bu gibi durumlar Lübnan siyasetinde din ve mezhep grupları arasında çıkar çatışmalarından kaynaklanan sorunlara zemin hazırlamıştır ve Lübnan siyasetinde halen sorunlar yaşanmaktadır.
Ulusal Pakt ile birlikte farklı din ve mezhep grupları arasında paylaştırılan siyasi yapının zaman zamana çatışmalara neden olduğu görülmektedir. Lübnan jeopolitik durumu sebebiyle bölgesel gelişmelerden oldukça etkilenen bir ülkedir. İlerleyen zamanlarda bölgedeki gelişmelerin Lübnan’da çatışmalara neden olduğu görülmektedir. Özellikle 1956 yılı sonrasında bölgede ciddi etkilere sahip olan ve Lübnan’da da etkileri görülen gelişmeler yaşanmıştır.
1956 yılında Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdünnasır’ın başkanlığı döneminde izlediği politikalar Ortadoğu bölgesi için oldukça önemli olmuştur. 1956 yılında Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesine karşı İngiltere ve Fransa’nın müdahalesinin ardından ABD ve Sovyetler Birliği’nin de bu müdahaleye karşı olaya dahil olması bölgenin uluslararası alandaki etkinliğini ortaya koymuştur. İngiltere ve Fransa, Süveyş Kanalı’nda geri çekilince Nasır’ın millileştirme hareketinin başarıya ulaştığı görülmektedir. Bununla birlikte Nasır’ın etkin Arap milliyetçiliği politikaları bölgedeki bazı ülkeler için olumsuz bir anlam ifade etmektedir. Bunun nedeni yükselen Arap milliyetçiliği düşüncesinin Batı’yla iyi ilişkileri olan ülkelerde muhalif grupları ortaya çıkarmıştır. Arap milliyetçiliğinden etkilenen grupların kendi ülkelerinde Batı’ya ve onun sembolü olan emperyal politikalara karşı durduğu görülmüştür (Çerçinli, 2019: 28).
Lübnan’da 1957 yılında Maruni Hristiyan Devlet Başkanı Camille Chamoun, ikinci kez seçilebilmek için anayasaya uygun olmayan bir girişimde bulunmuştur. Bölgedeki atmosferin de etkileriyle 1958’de Lübnan’da bir iç savaş yaşanmıştır (Çelik, 2012: 131). 1958 yılında Ortadoğu’da ülkeleri etkileyen en önemli gelişmelerden biri Mısır ve Suriye’nin Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni ilan etmesi olmuştur. Mısır’ın lideri Cemal Abdünnasır’ın Arap milliyetçiliği anlayışı çerçevesinde tüm Arapların bağımsızlık idealinde birleşmesi düşüncesi Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kuruluşunda oldukça etkilidir. Nasır, Lübnan’ın da bu birliğe katılmasını istemiştir fakat Lübnan’ın içerisinde ideolojik ayrılıklar mevcuttur. Devlet Başkanı Chamoun ABD yanlısı duruşuyla bilinmektedir, 1957 yılında ABD Başkanı Eisenhower Ortadoğu ülkelerinde komünizmin yayılmasını önlemek için ülkelere askeri ve ekonomik yardımı öngören doktrinini açıklamıştır ve Chamoun bu doktrini olumlu karşılamıştır (Sorby, 2000).
7-8 Mayıs’ta muhalif ve Arap milliyetçiliği çerçevesinde yayın yapan bir gazetenin editörü olan Nasip al-Matni’nin öldürülmesiyle birlikte Lübnan, adeta bir kaosa sürüklenmiştir. Kimi gruplarca Matni’nin cinayetinden Devlet Başkanı Chamoun sorumlu tutulmuştur. Bu olay sonucunda halk tarafından protestolar başlamıştır. Protestolar ilerleyen günlerde şiddetli çatışmaları içeren bir duruma dönüşmüştür, hükümet ve muhalif gruplar arasında çatışmalar yaşanmıştır. Bazı muhalif liderlerin Birleşik Arap Cumhuriyeti’nden destek istemesiyle birlikte Lübnan’daki iç çatışmalara dış aktörlerin dolaylı etkisi görülmektedir. Nasır’ın bölgede giderek yayılan Arap milliyetçiliği düşüncesi ve Batı yanlısı gruplar arasındaki ayrım çatışmaları şiddetlendirmiştir. Camille Chamoun, çatışmaların yatıştırılması için ABD’den destek talep etmiştir. Lübnan’a yapılacak olası bir müdahalenin Eisenhower Doktrini kapsamına girmeyeceği yönünde tartışmalar nedeniyle ABD, bu talep karşısında ilk başta tereddütlü bir duruş sergilemiştir. Doktrin yalnızca dış müdahalelerin görüldüğü durumlarda ABD müdahalesini önermekte fakat Lübnan’daki çatışma içerideki ayrımlardan kaynaklanmaktadır. Temmuz ayına gelindiğinde çatışmaların genişlediği ve Chamoun’a karşı olan çeşitli grupların varlığı söz konusudur. Müslüman gruplardan ziyade, Maruni Hristiyan patriğinin de karşı bir duruş sergilediği görülmektedir. Chamoun’un Batı yanlısı politikalarının Doğu’daki Hristiyanların tümünü olumsuz etkileyebileceği yönünde düşünceler mevcuttur (Sorby, 2000).
Lübnan’da iç çatışmaların yayılması ve şiddetlenmesi ABD’yi Eisenhower Doktrini çerçevesinde olaylara müdahale etme kararı almaya itmiştir. ABD bu müdahalesini Birleşmiş Milletler Anlaşması çerçevesinde meşru müdafaa hakkı ve yasal hükümetin daveti üzerine müdahale hakkına dayandırmıştır. ABD ordusunun Lübnan’da bulunmuş olması iç çatışmaların yatışmasında etkili olmuştur. Lübnan’da barış düzeninin yeniden kurulması için girişimler görülmüştür. Kabinenin yeni başkanının iç savaşta muhalif grubun liderlerinden biri olarak belirlenmesi Chamoun destekçileri tarafından olumsuz karşılanmış ve Lübnan’da çatışmalar yeniden görülmeye başlamıştır. ABD Büyükelçisinin arabuluculuk girişimleriyle taraflar bir araya gelmiştir. Ekim ayına gelindiğinde Müslümanları ve Hristiyanları temsil eden dört lider, bir kabinenin kurulması amacıyla bir araya gelmiş, kurulan bu kabinede Müslümanlar ile Hristiyanların sayısının eşit olması önemli görülen bir değişiklik olmuştur. Barış düzeninin sağlanması amacıyla tarafların bir araya gelmesi ve uzlaşmaları olumlu bir gelişme olarak nitelendirilebilir ancak bu düzenlemeyle Lübnan’ın siyasi sisteminde sorunları çözmeye yönelik değişimlerin olduğu söylemek oldukça zordur. Siyasi yapıda din ve mezhep gruplarının belirleyiciliği olduğu gibi devam etmekte ve kabinede eşitlik sağlanmış olsa da mecliste 6 Hristiyan/ 5 Müslüman oranı uygulaması devam etmektedir (Sorby, 2000).