Akımlar

Tüm Yönleriyle Feminizm

Toplumsal cinsiyet gündelik hayatımızın en ince detayına kadar nüfuz etmiş bir toplumsal olgudur. Öyle ki yeni doğan bir insana dair hiç düşünülmeden sorulan ilk soru bebeğin cinsiyetine ilişkindir. ”Kız mı erkek mi?” İlk defa karşılaştığımız bir insanı da neredeyse otomatik olarak bir kadın/kız çocuğu ya da erkek/oğlan çocuğu olarak algılarız. Spor müsabakaları ve sinema ödüllerinden aile içindeki rollere kadar toplumsal hayat erkek ve kadın kategorilerine göre düzenlenmektedir. Toplumsal cinayet araştırmalarının önde gelen isimlerinden Raewyn Connell’in belirttiği gibi ”toplumsal cinsiyetin varlığını fark etmek kolaydır, onu anlamak ise değildir.”(Connell,:2009:4). Gündelik hayatta sürekli dolaşımda olan toplumsal cinsiyete dair sorgulanmayan normlar, kadınlık ve erkeklik arasındaki sınırları ve karşıtlıkları tanımlayan toplumsal cinsiyet farklılıklarını üretilirler. Dolayısıyla erkek veya kadın olmak, önceden belirlenmiş bir durum değil, sürekli etkin bir inşa sürecinde olan bir olma halidir(Connell,2009:5).

Connell’a göre, kadınlık ve erkekliği ne doğa tarafından sabitlenmiş ne de salt toplumsal normlar ve iktidar odakları tarafından bireylere dışarıdan dayatılan kimlikler olarak algılamak doğrudur. Bireyler içine doğdukları toplumsal cinsiyet düzeni içinde kendi kimliklerini erkek ve kadın olarak kurgularlar. Çoğu insan gönüllü olarak kadın-erkek ikiliğine dayanan toplumsal cinsiyet düzenine uyum sağlar ancak buna rağmen toplumsal cinsiyet belirsizlikleri çok yaygındır: kadınsı erkekler, erkeksi kadınlar, kadınlara aşık kadınlar, erkeklere aşık erkekler, kadınlarla özdeşleştirilen meslekleri yapan erkekler, erkeklerle özdeşleştirilen meslekleri yapan kadınlar,vs.(Connel,2009:6). Bu bağlamda toplumsal cinsiyet, üreme alanında yoğunlaşan toplumsal ilişkilerin yapısı ve bedenler arasında üremeye ilişkin farklılığı toplumsal süreçlere yansıtan pratikler seti olarak tanımlanabilir (Connel,2009:11). Uluslararası ilişkilerde feminist yaklaşımın öncülerinden Ann Ticker’a göre ”Bugün feministler toplumsal cinsiyet kavramını kullandıklarında, genel olarak erke ve kadınlar arasındaki biyolojik farklara göre değil, erkeklik ve kadınlıkla özdeşleştirilen, kültürel olarak şekillenmiş ve tanımlanmış bir özellikler setini kastederler”(Ticker,1992:7). Belirli bir toplumsal cinsiyet kategorisine aidiyet hissine toplumsal cinsiyet kimliği denir(Connel,2009:6).

Feminist yaklaşım kadın ve erkek bedenleri arasındaki farklılığın toplumsal ilişkilerde kadın ve erkekler arsında eşitsizliğe temel oluşturan bir olgu olarak kavranılmasını eleştirir. Her ideoloji gibi hakim toplumsal cinsiyet ideolojisi de hakimiyet ve maduniyet doğal ve değişmez/değiştirilemez olarak sunar. Feminist eleştiri bu varsayımı sorgular. Biyologlar kadın ve erkek bedenleri arasındaki farklılığın, 400 milyon yıl önce ortaya çıktığı varsayılan ve basit bir kopyalanma değil de, iki bireyin genetik bilgisini kombine eden cinsel üreme yönteminden kaynaklandığını düşünmekteler. Cinsel üremenin de değişen koşullara daha hızlı uyum sağladığı için belirli türlerde geliştiğini öne sürmekteler. Nitekim dünyada hem cinsel ve cinsel olmayan üreyen türler olduğu gibi (örneğin orkideler ve çimenler) her iki yöntemi kullanan türler de mevcut. Dahası cinsel yolla üreyen bazı türler, örneğin solucanlar, hem erkek hem kadın üreme organına sahipler. Buna mukabil insanların da dahil olduğu bazı türler iki biçimlidir(dimorfik). Ancak insan bedenleri de tamamen dimorfik değildir. Birincisi, ciddi sayıda interseksüel kategori mevcuttur ve bu kategoriler cinsel davranışla basit bir şekilde bağlantılı değildir. İkincisi, kadın ve erkek bedenleri arasındaki farklılık yaşam boyunca değişim gösterir:yaşamın başlangıcında ve ilerleyen yaşlarda bedenler daha az farklılık arz eder. Üçüncüsü, erken yetişkinlikte dahi fiziksel özellikler birbirleriyle örtüşür. Örneğin, çok sayıda kadın birçok erkekten daha uzun boyludur, ancak toplumsal normlar cinsiyetler arasındaki boy farkını abartırken, bir cinsiyet kategorisi içindeki boy farklılığı nı görmezden gelmektedir. Çoğu kadın ve erkeğin eş seçiminde beklenilen boy farkını göz önüne almaları bu toplumsal normun nasıl hayata geçtiğini sergilemektedir(Connel,2009:50-52).

Connell’ın işaret ettiği gibi toplumsal cinsiyet çalışmaları açısından önemli olan kadın ve erkekler arasındaki farklılık değil bu farklılığın ne kadar önemli olduğudur. Bir farklı deyişle bu farklılığa nasıl bir anlam yüklendiğidir. Bu konuda birbirine zıt iki yaklaşım vardır.: birincisi bedeni otomatik olarak toplumsal cinsiyet farklılığı üreten bir makine olarak görürken, ikincisi ise bedeni tamamen toplumsal cinsiyete ilişkin kültürel normların şekillendirdiğini iddia eder. Connell’a göre her iki yaklaşım da yetersizdir. Sonuçta bir simgesel yapıyı toplumsal cinsiyet yapısı yapan şey eninde sonunda kadın ve erkek arasındaki üremeye ilişkin farklılığa atıf yapmasıdır. Bu iki yaklaşımı yan yana kullanabilmenin bir yolu 1970′ lerde feministlerin yaptığı gibi cinsiyet(sex) ve toplumsal cinsiyet(gender) arasında bir ayrım yapmaktır. Bu anlayışa göre cinsiyet kadın ve erkek insanlar arsındaki biyolojik bir farklılığa, toplumsal cinsiyet ise kadınlık ve erkeklik rolleri arsındaki  toplumsal farklılığa işaret etmektedir. 1970′ lerde bu anlayış kadınların tahakkümünün  biyolojiye dayanarak meşrulaştırılmasına karşı yeterli görülmekteydi. Biyolojik farklılık biyoloji alanıyla sınırlandırılırken, toplumsal ve kültürel alan belli değişimlerin gerçekleştirilebileceği bir özgürlük alanı olarak görülmekteydi. Böylece 1970′ lerin liberal feminizmi önce cinsel rol beklentilerinin sonra da cinsel rol sosyalizasyonun değiştirilerek baskıcı toplumsal cinsiyet yapısının anlaşılabileceği fikrine dayanmaktaydı(Connel,2009:52-60).

Cinsel farklılık yaklaşımı sonuçta, ”Erkekler Mars’tan Kadınlar Venüs’ten” adlı çok satan bir kitabın da varsaydığı gibi, kadın ve erkekler arasında farklı karakter özellikleri olduğunu öne sürer. Ne var ki cinsel benzerliklere vurgu yapan araştırmacılar, popüler psikolojini aksine, kadın ve erkekler arsında ciddi farkların olmadığını göstermektedir. Bu durumda farklılıklara ilişkin popüler inançlar toplumsal cinsiyet kalıplarının kültürel etkisini göstermektedir. Dolayısıyla Connell farklılık yaklaşımının, yani bedensel farklılığa dayalı karakter farklılıkları varsaymanın, kabul edilemez olduğunu öne sürer. Ona göre biyolojik ve toplumsal analiz birbirleriyle ilintilendirilmeli ama birbirine indirgenmemelidir. Dünyada 7 milyar civarında beden birbirinden bir çok açıdan farklıdır ama aynı zamandan birbirine gündelik yaşam yaşam pratikleriyle bağlıdır. Bu toplumsal pratiklerde insan bedenleri hem nesne hem de öznedir. Connell bunu ”toplumsal vücuda gelme” (social embodiment) süreci olarak tanımlar. Toplumsal cinsiyet de bu sürecin özel bir biçimidir ve ayırt edici özelliği insan üremesine ilişkin bedensel yapı ve süreçlere atıf yapmasıdır. Toplumsal yaşamda kadın ve erkek kategorilerinin oluştuğu bu alana Connell ”üreme arenası”(reproductive arena) adını verir ve bunu cinsiyetin geleneksel biyolojik kökeni birbirinden ayırır. Çünkü cinsel üreme toplumsal cinsiyet pratiklerine neden olmaz ve onlara bir model teşkil etmez. Cinsel üremeyle hiçbir mantıksal bağı olmayan alanlarda toplumsal cinsiyet davranışlarına rastlanır:spor,giyim kuşam, müzik vs. Dolayısıyla üreme arenası toplumsal cinsiyet ilişkilerini kapsamaz. O nedenle üreme arenasına toplumsal olarak bağlı toplumsal hayat alanına Connell toplumsal cinsiyet alanı adını verir.(Connel,2009:60-71).

Connell’a dayanarak açıklamaya çalıştığımız  toplumsal cinsiyet kavramı cinsiyetin bireylerin sahip olduğu doğal bir özellik olarak kavranamayacağını, toplumsal, kültürel ve kavramsal ilişkiler olarak anlaşılması gerektiğine işaret eder. Bu ilişkiler bütünü erkeklere ayrıcalık sağlarken, kadınların aleyhine işlemektedir. Bu nedenle toplumsal cinsiyet araştırmaları kadınların toplumsal cinsiyet eşitliliği için verdiği mücadelenin yani feminizmin, ürünüdür. 19760 ve 70′ lerde ortaya çıkan LGBT(Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans) hareketi de başlangıcından itibaren feminizmden beslenmiş ve 1990′ larda feminizmin içinde üçüncü dalga diye tabir edilen yeni bir akımın doğmasına katkı sunmuştur. Queer kuram adı verilen bu yaklaşım erkek-kadın, heteroseksüel-homoseksüel gibi soyut ve izole kalıplar yerine cinsel eylemlerin özgüllüğünü, maddiliğini, çeşitliliğini, geçişkenliğini ve bunların bireyler için taşıdığı farklı anlamaları vurgular (Sedgwick,2008).

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.